Futbol
ile az çok ilgilenenler bilirler. "Nöbetçi Golcü" diye bir tabir
vardır futbolda. Bu zat-ı muhterem oyuna sonradan girer, genelde takım kötü
durumdayken. Asıl yeri yedek kulübesi olan, fakat oyuna girdikten sonra takımın
umudu haline gelen ve kendisinden çoook şeyler beklenen, as oyuncuların
yapamadığını yapmak için görevlendirilen, durumun vehametine aldırış etmeden
elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan ve genelde başarılı olan
"umut" tur. Herkes gibi kendisi de biliyordur aslında, ne kadar başarılı
olursa olsun, ne kadar "kurtarıcı" olursa olsun gelecek karşılamada
yine yedek kulübesinde oturacağını...
Hani
"Dar Alanda Kısa Paslaşmalar" da geçer, "Futbol fena halde
hayata benzer" diye. İzleyenler hatırlayacaktır...
Hayat da
böyle. Giriyorsun birinin hayatına veya en azından girmeye çalışıyorsun, belli
bir süre-ki bu süre genelde kısa bir süredir- senden iyisi, senden kıymetlisi
yok. İşin bitince tekrar ait olduğun yere, yani yalnızlığına... As takımda
oynamak, aranan adam olmak mı tercih edilir yoksa nöbetçilik mi, tercih
meselesi tabi ki...
Ben as
takımda olmayı tercih ederdim mesela. Sağlam temellere dayalı olarak bir
insanın hayatına yerleşmeyi, kalıcı olmayı; belki de "kaptan" lık
mertebesine erişmeyi. Bunun için çok çaba sarfetmek mi gerekiyor, yoksa bu bir
kader mi bilemiyorum. Hani "ne yaparsan yap olmuyor" durumlar var ya.
Kötü hem de çok kötü... Bazen çaba yeterli olmuyor belki biraz da talih lazım,
ha ne dersin ?
Yanlış
insan değil de belki yanlış zaman ? Olamaz mı ? Olabilir...
Belki
takım kadrosu çok iyi ben sönük kalıyorum, belki kadro çok kötü ben fazla gelip
korkutuyorum...
Bilemiyorum...
Klasik
bir söz vardır ya:
"İnsanlar
onlara neler söylediğinizi unutabilirler ama neler hissettirdiğinizi asla unutmazlar
!"
Umarım
unutmamakla kalmazlar, birşeyler yaparlar...
Umarım
!..
Zamanı
gelince; yani maç bitince...
Döneceğin
yer bellidir...
Yedek
kulübesi !..